Sanırım bir yaz akşamıydı, temmuz ortası olmalı. Ay, Kız Kalesi’nin etrafında tarihi yapıyla adeta dans ediyor, heyecanla parlıyordu. Karanlığın ortasında denizin yüzeyine yansırken, bir anlığına göz göze geldik ve bana göz kırptı. Sanki inadına ışık vermeye çalışıyordu. Yıldızlar sahneyi bu küçük ve tatlı gezegene teslim etmiş gibiydi; haliyle, denizin yüzeyinde parlayan aydan başka hiçbir şey yoktu.
Ayın bana göz kırpışından cesaret alarak denize girmek istedim. Eskimiş, markasız terliklerimle kumların üzerinde yürürken, yaralı ayağımla suya adım attığımda yanma hissi duydum. Ama her şeye rağmen, denizin ayla buluşmasını bölüp hafif dalgaların arasına dalmak istedim – ve daldım. O an hissettiklerimi anlatmaya çalışsam, bildiğim kelimeler muhtemelen yetmeyecekti.
Yanımda bir çiftin daha denize girdiğini görünce cesaretlendim ve biraz daha açıldım. Köpek balığı fobim olmasına rağmen, bu gece kendimi esen rüzgâra ve hafif dalgalara teslim ettim. Gözlerimi gökyüzüne çevirdim. Ne kadar da engindi! Biz ne kadar da küçüktük! Kendimi koca bir vücuttaki küçücük bir hücre gibi hissettim. Acaba biz de koca galakside bir hücre kadar mıydık?
Sonra egolarımla küçük bir tartışmaya girdim. “Biz o kadar büyük değiliz,” dedim kendi kendime. Galiba ikna ettim de… Mantıklı konuşuyordum. Evet, biz çok küçük olmalıydık. Dünyamızda kendimizi büyük sanıyorduk ama aslında yalnızca egolu zerreciklerdik.