Sessizliğin :
Hep ışığın yolunu izledik, rüzgârın nefesini hissettik. Sanat dediğimizde fırça darbeleri, yontulmuş taşlar, renklerin ve seslerin dansı canlandı gözümüzde. Ama insanoğlu daima gizemi, bilinmeyeni daha çok merak eder ve araştırır. Benim de hep düşündüğüm ve hayal ettiğim: Hiçbir ışığın nüfuz edemediği, rüzgârın varlığını hissettirmediği derinliklerde hayat nasıl ve ne sırlar saklar? Oldukça heyecan verici.
Orada, karanlığın koynunda, zamanın usul usul dokunuşlarıyla şekillenen, gözlerin hiç tanık olmadığı bir güzellik var. Karanlığın içinde ince ince dokunan sanat. Hiç alkışlanmaz, ne sergiye çıkar ne de tartışmaya açılır. Yine de orada… Sanat, seyircisini beklemeyen, sessizliğin içinde kendi varlığını kutlayan en saf haliyle yaşamını sürdürür.
Karanlıktaki Renklerin İzleri
Derin mağaralarda bir damlanın düşüşü yüzyıllar sürer. O damla, kireç taşına usulca dokunur ve beyaz damarlar çizer. Demir mineralleri pas kırmızısına bürür mağara duvarlarını, bakır yeşilin en derin tonlarını bırakır geride. Hiçbir fırça dokunmaz bu sessiz tabloya, hiçbir göz görmez. Ama orada, ışığın hiç ulaşamadığı yerde bir resim hayat bulur.
Bazen azgınlaşan denizlerin sessiz ve dipsiz karanlığında ise mercanlar, renklerini gizlice taşır. Siyahın mı diyelim, koyu lacivertin mi diyelim sonsuz kucağında turuncu, mor ve kırmızının ince dokunuşlarıyla büyür bu koloniler. Kimsenin nefesi değmez, kimsenin kamerası kaydetmez ama onlar kendi ritimlerinde var olmaya devam eder. Belki de renk, karanlığı kendine tuval edinen en sessiz sanatçıdır. Deniz dibinde akıntıların sesi duyulmaz, ama kumlar onların gizli dokunuşlarıyla şekillenir.
Zamanın En İnce Ustalığı
Mağaralarda sarkıt ve dikitler, sabrın ve zamanın sessiz bir şarkısıdır adeta; damla damla, yüzyıllar boyunca taşın içine işleyen usul usul bir heykeltıraşın elinden çıkmış gibidir. Her damla, yalnızca bir iz bırakmaz; minerallerle birleşip taşın ruhunu şekillendirir, ona benzersiz bir kimlik kazandırır. Bu doğal heykeller, ışığın hiç dokunmadığı, insanın adım atamadığı bir dünyada, karanlığın koynunda doğar. Bir yandan zamanın akışını yavaşlatırken, diğer yandan varoluşun en eski anlatılarını taşırlar üzerlerinde.
Ve işte mağaranın büyüsü burada başlar;
Bizi karşılayan, derinlerden gelen o soğuk, nemli hava, yeryüzünden saklanan karanlığın kokusu; hafifçe yankılanan damla sesleri; insanın hayal gücünü zorlayan şekiller ve gölgeler… Her adımda, bilinmezliğin içinde ürpeririz; kalbimiz hızlanır. Bu sessizlik, aynı zamanda bir çağrıdır; gizemin, doğanın en kadim sırlarının kapısını aralar.
Korku ve ürkütücülük iç içe geçerken, bu duygu bize hayranlık ve saygı da aşılar; tüylerimizi diken diken ederken bir yandan doğanın muhteşem büyücülüğünü hissettirir. Bu korkunun içinde bile, farklı bir heyecan, farklı bir hayranlık gizlidir; çünkü mağara, içinde sakladığı sırlarla bizleri kendi ötesine, zamansızlığa, sonsuzluğa taşır.
Rüzgârsız Dansın Sessiz Koreografisi
Toprağın derinliklerinde rüzgar esmez ama hayat hareketlidir. Kökler, ince bir sabırla yan yana yürür ve büyür, birbirine dokunmadan sessiz bir dans yaratır. Solucanların açtığı tüneller, görünmeyen yollar gibi toprakta örülür, katman katman işlenir. Işığın ve rüzgarın dokunamadığı bu âlemlerde bile doğa kendi ritmini unutmadan dans eder. Toprak altı, kimsenin görmediği bir galeri gibidir; nice hayvan, karanlığın katmanlarında yollar açar, yuvalar kurar, ince tüneller örer. Her biri sabırla işlenmiş, doğanın sessizce çizdiği bir harita gibidir bu yollar. Kimse alkışlamaz, kimse görmez ama orada, derinliklerde, sanat kadar incelikli bir yaşam izi saklı kalır.
Ormanın Karanlık Labirenti
Ormanın güneş ışığından mahrum köşelerinde düşen yapraklar, çürüyen ağaçlar sessizce dönüşür, yeni hayat bulur. Bu karanlık alanlar, adeta karmaşık bir labirent gibi, hem yer altındaki hem de yer üstündeki canlıların ihtiyaçlarına göre ustalıkla tasarlanmıştır.
Doğa, ışığını en ince ayrıntısına kadar ayarlar; kimi köşelere narin bir dokunuşla ulaşırken, kimi alanları gölgede bırakarak yaşamın çeşitliliğini destekler. Bu düzen, insanın anlaması için değil; ormanın kendi dengesi ve ritmi için yaratılmıştır. Öyle ki, ormanın bu sessiz mimarisi, ürkütücü derinliğiyle bile insanın içgüdülerinde farklı bir heyecan ve saygı uyandırır; çünkü burada var olan hayat, insan merkezli değildir. Her dönüşüm, görünmez bir heykeltıraşın elinden çıkmışçasına, karanlıkta şekillenir ve orman, kendini sürekli yeniden tasarlayarak, içinde yaşayan tüm canlıların evi olur.
Kozmik Karanlıklardaki Sanat
Yıldızların ışığının ulaşamadığı kara deliklerin etrafında uzay, zaman bükülür. Kütle çekimin görünmez elleri, ışığı eğip büker, gözle göremediğimiz ama evrenin ritmiyle süregelen bir tablo yaratır. Evrenin soyut resmi hiçbir galeriye sığmaz, hiçbir insana gösterilmez ama varlığını tüm gücüyle fısıldayarak hissettirir.
Kendi Gizeminde Yapılan Eserler
Bu sanat eserleri ödül almaz, vitrinde parlamaz, adına söz edilmez. Onlar sadece var olmak için vardır; mağaranın sessizliğinde, karanlığın derinliğinde, yıldızsız boşlukta kendi için tamamlanır. Belki de en saf sanat, hiçbir insanın göremediği, hiçbir rüzgârın dokunamadığı, hiçbir ışığın ulaşamadığı yerlerde gizlidir. Ve belki de en büyük ustalık, var olduğunu bildiğimiz ama göremediğimiz bu sanatı hissetmeye cesaret etmektir.
Biliyor musunuz, doğanın en yalın hali; karanlıkta oluşan renkler, rüzgârsız danslar ve zamanın aheste aheste oluşturduğu muhteşem eserlerdir. Aslında doğanın insandan bağımsız, sadece kendisi için yarattığı uçsuz bucaksız bir sanattır.
Sanat hep insanın iziyle, fırçasıyla, ilhamıyla anıldı. Oysa insanın hiç dokunmadığı, ışığın uğramadığı yerlerde sessizce doğuyor ve şekilleniyor. Bu, doğanın ne kadar muazzam bir sanatçı olduğunu gösteriyor bize.
Sanat ve doğa arasındaki ilişkide sessiz bir yaratıcılık örneği vardır: Doğayı sadece bir sanatkâr olarak değil, bizzat sessiz ve engin bir sanatın ta kendisi olarak görmek gerek.
Belki de en büyük ustalık, bu sanatı, gözümüzün ötesinde, varlığını ancak en derinlerde hissedebileceğimiz yerde saklıdır.
Sonuçta, en yüce sanat, Yaradan’ın kendi elleriyle, insanın göremediği karanlıklarda, sesini kendisinden başkası duymayarak işlediği eserdir. Bu sanat, gözlere değil, ruhlara dokunur; kimseye gösterilmek ya da takdir edilmek zorunda değildir. Bizlere düşen ise, bu gizemli yaratımı fark etmek, saygıyla kucaklamak ve onun sessiz büyüsüne takdirle yaklaşmaktır.
Berrin Kupik
ESME DELİ DELİ
Ormanlar yanıyor, sanki mahşer yeri,
Duyduğum yalnızca ağaçların, canların çığlığı sanki.
Çaresiz bir yürek acısının nefesi,
Çoğaldıkça çoğalıyor yardım sesi.
Gücüm yetmiyor, ruhum oldu serseri,
Dur rüzgar, bir de sen esme deli deli.
Dualarımızdasın, imdada koş yağmur seli,
Yetemedik, telef oldu nice pati.
Alevin yaktığı her şey, hesap soracak illaki,
Bu vebal, ateş gibi yakar hepimizi.
Yeniden doğuş, yarınlara bırakacak ilahi adaleti.
DAHA DA KÜL OLMADAN, TARTALIM VİJDAN TERAZİSİNİ
Berrin Kupik