Hangi kudret kaybolan zamanımızı geri getirebilirdi ki? Yahut ne telafi edebilirdi heba olan yıllarımızı? Hangi güç, çelikten daha güçlü duygularımıza mani olabilirdi ki? Olmamalıydı yani…
Sonunda başka kişilerle evlendik belki, Başka çocuklar yaptık, Başkalarına bakarken birbirimizi gördük… Evet, başkalarına zihinlerimizde ihanet de ettik, doğru…
Sen de Ali koymuşsun oğlunun ismini, Benim kızımın adını Asya koyduğum gibi… Çok duygulandım biliyor musun? Duyduğumda gözlerimden yaş akar gibi olmuştu, Her damlasında elaya çalan gözlerin misali… Aslında sende kaybolmamışım, Bende kaybolmadığın gibi. Kaç yıl geçti, saydın mı? 12 yıl, 3 ay, 5 gün… Her gün saydım desem inanır mısın, Asya?
Hani baban Aleviyim diye seni bana vermemişti, Kafir demişti, kendine göre bilgece ve ukalaca bir tavırla. Senin için her şeye eyvallah eder, Ama Aleviliğime laf getirtmem demiştim. Neden bu kadar sert davrandım ki diye düşünür, Düşündükçe dövünür, üzülürüm. Lakin geri gelen zamanı getirebilmek ne mümkün? Kan kaynardı o zaman, gençlik işte… Sen ise kati bir Sünni çocuğuydun. Kendileri muhafazakâr der, Pabuçlarımla konuşsunlar!
Yapma demiştin hani, Kıyma demiştin aşkımıza… Kıyan ben değildim, anlamadın, Babandı oysa…
Şimdilerde ceset olmuş, Bir musalla taşının altında yatıyor haşereler içinde. Allah affetsin diyelim, Biz edemeyiz, değil mi Asyam? Ama yaşıyor aşkımız, Yaşıyor ve ölmeyecek, Toprağa da karışmayacak baban gibi. Çünkü bizim aşkımız bedende değil, Zihinde, ruhta ve kalpte…
Neyse… Sen sevmeye devam et aileni, Ben de öyle yapacağım. Sadece öleceğim zaman mezar taşıma “Güzel Asyam” yazacak. Senden ricam budur. Sende de “Ali” yazsın, “Kara Alim” derdin hani, Öyle yazsın Asyam. Madem buluşamadık şu fani dünyada, Buluşuruz artık öte dünyada…
Hoşça kal, Asyam… Hoşça kal…
Dört ayaklı, yalnızca yaşama tutunmaya çalışan bir varlıktım. Kardeşlerimi hızla kaybettim, Ama bir şekilde yaşama tutunmaya çalıştım. Daha 4-5 yaşlarına geldiğimde, İçgüdüsel ya da ihtiyaç olarak çiftleşme isteği duydum. Ve bir mart sabahı, Şiddetli ağrılar içinde yedi yavru dünyaya getirdim.
Ben daha kendime bakamazken, Ve çiftleştiğim varlığı bile hatırlamazken, Bu kadar yavruya nasıl bakacağımı düşünüyordum. Doğum yaptığım yer, Herhangi bir köydü. Bu köyde yaşayan, kendilerine insan diyen varlıklar, Önce beni sahiplendi, Karnımı doyurdu. Ama sonra yemekler azalmaya başladı… Oysa süt üretip beslenmem gerekiyordu. Ne kadar akılsız görseler de, O kadarını düşünebiliyordum.
Bir keresinde iki gün boyunca aç kaldım. Enerjim tükenmişti, Yavrularımı dahi düşünemez hâle gelmiştim. Uzaktan et kokusu alıp o yöne doğru koştum. Oradaki insanlar, Muhtemelen pişmemiş etleri önüme atıp hızla kaçtılar. Ben teşekkür eden gözlerle bakacaktım oysa… O akşam karnım doydu, Sonra yavrularıma da güzelce süt verdim.
Ama bu mutluluğu yaşarken, Gecesinde köyün önde gelenlerinden biri karşıma dikildi. “Artık seni besleyemeyiz, köyümüzden çık git.” dedi.
Geçen hafta imam denilen zatın, Bir kediyi torbaya koyup uzaklara atmasından ders almam gerekirdi oysa… Yalvaran gözlerle baktım. Ama bana acımadan, Yavrularıma da acımadan, Bizi bir arabaya bindirip, Issız bir yere attılar.
Yavrularım sırayla öldü… Ben çaresizce izledim. Ve nihayet sıra bana geldi.
Ben de öldüm.
Şimdi soruyorum size; Ben mi öldüm? Yoksa insanlık mı?