1972 yılında İsveç’in Stokholm kentinde yapılan Birleşmiş Milletler Çevre Konferansı’nın ilk gününde alınan kararla, 5 Haziran günü, Dünya Çevre Günü olarak kabul edildi ve ilk kez 1974 yılında “Tek Dünya” sloganıyla kutlandı. Birleşmiş Milletler Çevre Programı (UNEP) tarafından 50 yıldır, her yıl temel bir çevre sorununu dile getirerek, kamuoyunun soruna ilgisini çekmek ve karar vericileri harekete geçirmek için bir tema belirleniyor. Bu yıl Dünya Çevre Günü’nün teması “Bizim Toprağımız, Bizim Geleceğimiz. Biz #OnarmaNesliyiz”
Birleşmiş Milletler, günümüzde en az 3,2 milyar insanın çölleşme ve arazi bozulmasından olumsuz etkilendiğini belirtiyor. 2,1 milyar insan ise temiz suya ulaşamıyor. Sadece son 30 yılda dünya 4,2 milyon km2 orman alanını kaybetti. Sulak alanlar dünyanın en ciddi şekilde tehdit altında olan ekosistemleri, 1700’lü yıllardan bu yana yeryüzündeki sulak alanların %80’i yok oldu. Bilim insanlarının tahminine göre her yıl 25.000 dolayında canlı türü bir daha geri gelmemek üzere yok oluyor.
Bozulan milyarlarca hektar arazinin özellikle küçük çiftçiler ve aşırı yoksullar olmak üzere dünya nüfusunun neredeyse yarısını etkilediği belirtiliyor ve 5 Haziran Dünya Çevre Günü vesilesiyle tüm ülke liderlerine bozulmuş arazilerin rehabilitasyonu için çağrı yapılıyor.
Türkiye, arazi bozunumu ve çevre sorunlarının en fazla yaşandığı ülkeler arasında yer alıyor.
Türkiye, coğrafi konumu, topoğrafik, toprak ve iklim özellikleri itibarı ile çölleşme ve kuraklıktan en fazla etkilenen ülkeler arasında yer alıyor. Ülkemizin yaklaşık dörtte biri (%22.5’i) yüksek çölleşme riski altında, küresel iklim değişikliğinin artan etkisiyle birlikte bu risk daha da artıyor.
Kimyasal gübre ve zirai mücadele ilaçlarının yanlış ve aşırı kullanımı, plastik atıklar, yanlış sulama uygulamaları nedeniyle tarım topraklarımızın kalitesi düşüyor ve verimsizleşiyor.
Suya olan talep her geçen gün artarken, kullanılabilir su kaynaklarımız giderek azalıyor. Yanlış su politikaları yüzünden yer altı sularımız her geçen yıl biraz daha azalıyor ve yakın gelecekte erişilemez hale gelecek. Yıllardır yasalar uygulanmadığı ve gerekli tedbirler alınmadığı için yüzey sularımızın en az %76’sı kirlendi, denizlerimiz ve kıyılarımız kirlilik tehdidi altında, Marmara Denizi can çekişiyor. Kıyılardan yaylalara, yerleşim alanları, tarım alanları, meralar, akarsular, göller plastik atıklarla kirlenmiş durumda hem doğayı hem de içinde biz insanlar olmak üzere tüm canlıları tehdit ediyor.
Türkiye son 70 yılda sulak alanlarının %60’ından fazlasını kaybetti, kalanlar ise su kirliliği, su rejimine yapılan müdahaleler nedeniyle yok olmak üzere ve acilen müdahale edilmesi gerekiyor.
1940’larda çayır ve mera varlığımız 44 milyon hektarken, 1967’de 28 milyon hektara, günümüzde ise 13 milyon hektara düşmüştür. Hayvancılığın en önemli girdisi olan çayır ve mera alanlarının kırsal kesime sağladığı ekonomik fayda her geçen gün azalıyor. 30 yıl öncesine kadar ürettiği tarım ve hayvancılık ürünleriyle kendi kendine yeten nadir ülkelerden biri iken et ithal eden ülke durumuna düştük.
Maden şirketlerinin bitmez tükenmez taleplerini karşılamak üzere 2001 yılından bu yana Maden Kanunu 21 kez değiştirilmiştir. Her değişiklikle daha fazla orman, mera ve tarım alanı, tabiat varlıkları ve kültür mirası madencilik faaliyetlerine açık hale gelmiştir.
Doğaya Güç Kat Ağı üyeleri olarak TBMM’nden ve hükümetten ÜLKEMİZİN GELECEĞİ İÇİN aşağıdaki önerilerimizin dikkate alınmasını talep ediyoruz.
Bizim gibi ülkeler için elbette ki bozulmuş alanlarının restorasyonu çok önemli ve vakit geçirilmeden öncelikli habitatlardan başlanarak restorasyon programları geliştirilmeli ve uygulanmalıdır. Ancak restorasyondan daha da önemlisi, ivedilikle arazi bozunumuna sebep olan politika ve uygulamalardan vaz geçilmelidir. Bu olmadığı takdirde yapılacak restorasyon çalışmaları bir eliyle verip diğerini almak gibi olacaktır.
Ülkemizi adım adım çölleşmeye götüren yanlış su ve tarım politikaları terk edilmeli, sularımızın ve topraklarımızın korunması ve akıcı kullanımı ülkemizin beka meselesi olarak görülmelidir. Yıllardır gündemde olmasına rağmen kurumlar arasındaki kısır tartışmalardan ötürü çıkarılamayan Su Kanunu, Tabiat ve Biyolojik Çeşitliği Koruma Kanunu bir an önce çıkarılmalıdır.
Çeşitli nedenlerle kurumuş veya bozulmuş sulak alanların restorasyon olanakları teknik, hukuki ve sosyoekonomik açıdan değerlendirilmeli; hemen tüm Akdeniz ülkelerinde olduğu üzere “sulak alan restorasyon programı” geliştirilerek uygulanmalıdır.
Ormanlarımız belirli kesimlerin menfaatlerine heba edilmemelidir. Anayasamızda belirtilen kamu yararı “ekolojik fayda” olarak değerlendirilmeli ve tek bir metrekare orman alanı dahi orman dışına çıkarılmamalıdır. Ormanlarımızın kaybına sebep olan Orman Kanunun 16, 17, 18 maddeleri ve bu maddelerin uygulanmasına ilişkin çıkarılan yönetmelikler mutlaka yürürlükten kaldırılmalı; ormanlarımızı verimsizleştiren ve bozulmasına sebep olan aşırı kesimden (istihsalden) vaz geçilmelidir.
Çayır ve mera alanlarımızın amaç dışı kullanımına son verilmeli, verimsiz mera alanlarının ıslahı için çalışmalar artırılmalıdır.
Maden şirketlerinin bitmez tükenmez taleplerini karşılamak üzere 2001 yılından bu yana Maden Kanunu 21 kez değiştirilmiştir. Her değişiklikle daha fazla doğa, orman, mera ve tarım alanı, tabiat varlıkları ve kültür mirası madencilik faaliyetlerine açık hale gelmiştir.
Maden Kanunu yeniden ele alınmalı ve düzenlenmeli; Ülkemizin ormanlarının, tarım alanlarının, meralarının, doğal ve kültürel varlıklarının geri dönüşü olmayacak şekilde talanına sebep olan madencilik anlayışına ve uygulamalarına son verilmelidir.
Korunan alanlarımızın ülke yüzölçümüne oranı 2030 yılına kadar en az dünya ortalaması olan %16’ın üzerine çıkarılmalıdır.
Ve en önemlisi büyük emekler ve paralar harcanarak hazırlanan ulusal strateji ve eylem planları, şura kararları ve yürürlükteki yasaların titizlikle uygulanması sağlanmalıdır.4 Haziran 2024